Kategoriler
Uncategorized

Karanlığın Sol Eli – Yorumlar

Okuduğum zamanki duygu ve düşünceleri yitirdim geçen zamanla. Kalanları biraz şekillendirmeye çalışacağım. Eser eleştirisi becerim de çok yoktur ayrıca. Okuduklarım, izlediklerim ve dinlediklerim üzerine konuşmayı, hatta çok konuşmayı severim ama fikir, bilgi değeri tartışılır bunların. Ben den de duygu yönü fazla olan bir katkı olsun hadi…

  • Kitabın önsözüne kesinlikle bayıldım ve pek çok cümlesinin altını çizeceğim için, direkt kopyasını çıkardım 😊 Önsözde yazarlık (özelde bilim kurgu yazarlığı) üzerine o kadar çok tanımlama ve felsefi yaklaşım vardı ki, herhangi bir cümleyi dışarda bırakmaya kıyamazdım. Edebiyatın insan üzerindeki etkisi (ya da yazarın varsa amacı) veya Yazar-Eser-Okur ilişkisi üzerine çok şeyler düşündürttü ve kafamda uçuşan (çoğu aslında o andan ve o kitaptan bağımsız) düşüncelerden heyecan duydum. Yeni bir düşünsel seviyeye geçtiğine, “level” atladığına inandığında, bir şeyin özünü anladığında hissedilen tarzda bir coşkuydu bu (fazla mı abarttım acaba 😊 ). Kitaba öyle (gençliğimde tanıştığım Zen Budizmle erdiğimi, Herman Hesse okuyup artık herşeyin özünü kavradığımı, Krishnamurti okuyup davranışlarımı tamamen anlamlanlandırabileceğimi sandığım anlar gibi) bir heyecanla başladım. Belki de kitabı okuduğum günlerdeki ruh halimle de ilgilidir, bana bahar gelmişti çünkü 😊 Uzun zaman sonra bilgisayar veya rehberlik alanı dışında bir şey, üstelik bir roman okumanın verdiği zihin bulanması sonucu da olabilir.
  • Kitabı okurken yaşadığım en büyük sorun sanırım kafamda şekillendiremediğim sözcüklerin/kavramların olmasıydı. Kitabın ilk yarısında zorlandım ve sıkıldım. Ancak ikinci yarıda yine aynı tarz zorlanmayı yaşamama rağmen, kitap daha çekici ve akıcı geldi. Ütopik düşünmeye yabancı değilim, genelde de gerçek hayattan kopuk ütopik şeyler dolaşır zihnimde, bu yüzden sorun ondan çok kavramların fazlasıyla ve açıklamasız, bilinen tanınan şeylermiş gibi serpiştirilmiş olmasından kaynaklı sanırım. Klasik yazarların, her an her yerde gördüğümüz şeyleri bile uzun uzun betimlemesine fazlaca alışığız herhalde.
  • Aslında bir cinsiyetsizlik/çift cinsiyetlilik vurgusu olmasına rağmen, kitabın başından sonuna, tüm karakterleri erkek olarak hissettim (belki son bölümdeki köylülerde birkaç kadın sezmiş olabilirim belli belirsiz). Önce bunun benim tek cinsiyetçi bakışımdan kaynaklanmış olabileceğini düşündüm, ama sonra buna daha az ihtimal verdim. Kitabın hissettirdiği bence buydu, o halde ya karakterler yanlış kurgulanmış olmalı ya da yazarın bilinçli bir yönlendirmesiydi. Belki de yazar, politik arenaya erkeklerin hâkim olmasının olumsuz sonuçlarına da bir gönderme yapmak istediği için (çünkü bir tek Estraven ‘kadın’ olduğu anla karşılaştırılmıştı -ki Çetin abinin dediği gibi bu karşılaşma eksikti- ) bu algıyı bilinçli yaratmış olabilir.

Kitabın ana temalarından birisi olduğunu düşündüğüm cinsiyetsizliğe yakın çift cinsiyetlilik, cinsel arzuların dönemlik olması durumu daha fazla derinleştirilebilirdi. Zaten karakterleri hep eril hissederken, bir de bu yönde bir derinleşmenin olmaması biraz hayal kırıklığına uğrattı diyebilirim.

  • Yine yazarın bilinçli bir tercihi olarak -çok defalar uygun anlar gelmesine rağmen- politik kararların arkasında yatan ekonomik/ideolojik etkenler ya da bu kararların toplum mühendisliği açısından sonuçları üzerinde çok durulmamış. Bunu tabi ki normal karşılıyorum, böyle bir vurguyu istemmiş olabilir. Ama siyasetin insan karakterine bağlandığı/indirgendiği gibi bir hisse kapıldım ki, buna katılmam mümkün değil. Yanılmıyorsam Platon veya Kant belki bu tarz bir yaklaşımda bulunur ve yöneticilerin iyi eğitimli/iyi ahlaklı olmaları durumunda, yönetim şekillerinin de iyi olacağını söyleyebilirdi ama yaşadığımız çağ kadar, öncesi de bize işlerin bu şekilde yürümediğini çoktan göstermiş olmalı. Estraven karakterinin kendisinden tam olarak böyle bir anlam çıkmasa da, Tibe ve Orgoreyn parlementerleriyle birlikte düşününce sanki, tüm diplomasi (hatta yönetim biçimleri) kişilik yapılarına/karakterlere indirgeniyormuş gibi hissettim. Yönetim şekilleri ve ideolojilerin karakterleri belirlemede çok etkili olacağını, tersinin pek de mümkün olmadığını (mucizelere inanmıyorsak) düşünüyorum. Karakterler belki bir itici güç, bir doğru yönelim unsuru yaratabilir, belki bu sayede yönetimlere biçim veren eylemler gerçekleştirilebilir, ama tek başına politik yaklaşımdan uzak bir iyi karakter iyi yönetime, ya da kötü karakter kötü yönetime götürmez. Belki de doğru algılamadım, bilemiyorum. Fakat bu durumu işlerken gösterdiğini düşündüğüm feodalizm ve parlamenter sistemlerin yarattığı farklı sorunları ve bununla beraber şehirlere verdikleri biçimler (hatta insanlara ve onların karakterlerine -belki burada insan karakteri üzerinde bir yönetim biçimi etkisine vurgu yapmış olabileceğini düşünebiliriz- ) kitabın benim açımdan ete kemiğe bürünüp, canlılık kazandığı yerlerden biriydi. Ülke ve şehirlere renk verdim kafamda.
  • Kitabın etkisiyle, kitap dışı düşündüklerim: Kitap üzerine düşünür veya kitaba/yazara ilişkin yorumları okurken, ister istemez cinsiyet ve cinsiyetçilik kavramları üzerine de kafa yoruyor insan. Cinsiyetsizlik ya da çift cinsiyetlilik elbette farklı kişilikler/karakterler yaratacaktır diye düşünüyorum. Düşünce, davranış ve kişiliğimizde hormonlarımızın ve dolaylı olarak sahip olduğumuz (içinde olduğumuz) cinsiyetimizin büyük etkileri olduğu kanısındayım. Ancak burada hormonların (cinsiyetimizin) kişiliğimizi, tavır ve davranışlarımızı bu kadar güçlü bir şekilde belirlediğinden söz ediyorsak (ki yazar da böyle düşünüyor olmalı), çift cinsiyetli olmanın ve bunun yaratacağı hormon değişikliklerinin kişiyi nasıl biçimlendireceğini, hangi dengesiz durumlara sevk edebileceğini, bu dengesizliğin, düşünce ve karakterde hangi yönde bir değişim yaratacağını da aynı açıdan değerlendirmek gerektiğine inanıyorum. Bu çok tartışmalı bir konu. Ben cinsiyetimizin (biyolojik yönünün) ve onun yarattığı hormonal etkilerin, fizyolojik gerilimlerin veya uyuşturmaların toplumsal yaşantımızda çok sorun olduğunu düşünmüyorum. Pek çokları gibi toplumsal cinsiyetçilik dediğimiz olgu ne yazık ki bugün çok da kabullenemediğimiz sonuçları dayatıyor insanlara. Yazar da zaten biyolojik cinsiyet üzerinden, toplumsal cinsiyetin olumsuzluklarına vurgu yapıyor görünüyor. Tartışmalı bulduğum yanı, eğer arkasında “dünyayı kadınlar yönetseydi, aydınlık, güzellik, adalet, sevgi, mis kokular, güzel çiçekler, savaşsızlık vs…. içeren bir dünya olurdu düşüncesi var ise… Ötekileştirme veya aşağılama (ki ötekileştirme bir aşağılama biçimi ve aracıdır diye düşünüyorum), bunlara yol açan kavramları değiştirmekle çözülemez ne yazık ki. Kavramları insanlar şekillendirmiştir. Çoğu kez ve büyük oranda işaret ettikleri kaynağa/varlığa dayanırlar. Çingeneler’e Roman demekle, Sakat-Özürlü-Engelli terimleri arasında sürekli geçiş yapmakla, kadını erkeksi özellikler veya statülerle bezemekle, zenci-siyahi tartışmasına odaklanmakla varolan ötekileştirme anlayışı değişmiyor. Çingene’yi, Kürt’ü, Avrupa’da Türkü, Arap’ı ötekileştiren şey, terimler değil. Terimler, isimlendirmeler, kavramlar mutlaka şekillendirip besliyor ama gerçek gerekçe bu değil. Feminizm sonrası, ne yazık ki yanlış bir yorumlamayla “Erkek”leşmiş kadınlar da türedi toplumsal cinsiyetçiliğe karşı çıkma adına. Oysa, bu şekliyle “Biz de erkek olabiliyoruz, onlar gibi giyinip, onlar gibi davranabiliyoruz” diyerek yine de erkekliğin üstünlüğü düşüncesini pekiştirmiş, hala eşitsizliğe dokunmamış, sadece eşitsizliğin diğer tarafına kabul edilme çabasıyla, eşitsizliği beslemişlerdir. Bu, zenci-beyaz eşitsizliğine karşı çıkan bir zencinin/siyahinin beyaz olmaya çalışması gibi, zenci-beyaz eşitsizliğine değil, kendi “zenci” oluşuna bir karşı çıkıştır yalnızca ve belki de doğal bir tepki olmasına rağmen, daha acınasıdır. Kadın-erkek fizyolojik olarak farklıdır ve bu farkı olduğu kadarıyla tanımlamakla yetinip, genişletmenin anlamsızlığını kabul etmeliyiz. Ama aynı zamanda, yüzyıllardır iki cinsiyeti de şekillendiren, hatta taşlaştıran kültürel etkileri de gözardı edemeyiz. Miş gibi davranarak, kültürlerin davranışlara ve duygu-düşüncelere etkisini yok sayarak sorunu anlayıp çözemeyiz. Bizim en büyük sorunumuz farklılıklardan korkarak ya da kendimizi var etmenin bir aracı olarak görüp, ötekileştirmek, ya da iyimser bir tutum olarak onları aynılaştırabilecek özellikler arayıp, bakın aslında aynısınız, eşitsiniz, hadi öpüşüp barışın demeye çalışmaktır. Eşitlik, matematik dışında bizim anladığımız anlamda var olan bir şey değildir, insan eliyle oluşturulması gerekir ve eşitliğin dayanağı benzerlik/aynılık olamaz. Bu yaklaşım tehlikelidir. Farklılık vardır ve en fazlası sadece farklıdırlar!

Çok uçtum farkındayım, çayın demini fazla kaçırmış olabilirim. Demek istediğim, dünya ne erkeklerle, ne de kadınlarla daha güzel veya daha kötü olmaz. Farklı rollerle aslında birlikte yönetiyoruz, birlikte şekillendiriyoruz dünyayı. Kadının iktidarda görünmemesi, onun iktidar olmadığı, erkeğin orada görünmesi, iplerin gerçekte onun elinde olduğu anlamına gelmez. Hatta ben tersine, tarihsel olarak kadının paravanın arkasında ipleri tutan olmayı, iktidar mücadelesinde zorunlu olan riskleri göğüslememeyi tercih etmiş olabileceğini, iktidar için tehlikeye atılmak yerine iktidarı ele geçiren erkeği ele geçirmenin daha az maliyetli/riskli bir şey olduğunu fark ettiğini düşünüyorum. Bugün erkeğe atfedip, eleştirdiğimiz pek çok olumsuzluğun, temelde erkeğin kadına kendini kabul ettirebilmek için zorunlu olarak edindiği “beceriler” olduğu kanısındayım. Erkek iktidarın veya onun getirdiği olanakların değil, bu iktidarı (getireceği olanaklar sayesinde çocuklarına rahat bir yaşam sağlayabileceğine inandığı için) isteyen kadının peşindedir. Tıpkı doğada dişisi için süslenen, dişileri kapmak için öldüresiye dövüşen hayvanlar gibi. Tamamen doğal durumdadır. Buradan baktığında kadın karmaşıklaşıp, şekillenmiş ve dünyayı bu yönde şekillendirmiş olabilir pekala. Oğlu Zeus büyüyünce eşi Kronos’u öldüren/öldürülmesine yardım eden anne-kadın bunu neden yapmış olabilir. Oğulu yönetmek, kocayı yönetmekten daha kolay olduğu ve bu sayede ondaki bütün iktidarın gizli sahibi olacağı içindir belki. Kocanın başka eşi olabilir, ama oğulun tek bir annesi vardır, bu açıdan koca kontrolünde olsa bile, oğul daha garanti bir yatırımdır (kadın garanticidir diyenler de vardı değil mi 😊 ). Bugünkü duruma bakınca bu nasıl bir tercih denirse, erkek egemenliği besleyen kadın söylemlerinin çokluğunu veya Erich Fromm’un, insanın özgürlüğü bırakabildiğini vurgulayan yaklaşımını örnek gösterebiliriz açıklama olarak. İşin özü, dünyayı,  Bu da benim kadın karşıtlığıma ait bilinçaltı köpürmesi mi acaba 😊 . Neyse, kadınlar erkekleri, erkekler kadınları eleştiredursun, bu iki cinsiyetin “toplumsal” eşitliğini tesis edecek olan, her iki cinsiyetin ayrık otları olacaktır. Her ne kadar kitapta da değinilmiş olsa bile, homofobik yaklaşımların bu tartışmaları nasıl daha da renklendirdiği konusuna girip, kendimi iyice gazlamak, ilgili, ilgisiz bir sürü şey yazarak, aslında amacıma aykırı bir şekilde yazdıklarımın okunmasını imkansız hale getirmek istemiyorum.

Bu arada kitabı okurken şunu eksik bırakmış, bunu vurgulamamış, burayı öyle değerlendirmiş gibi cümlelerle beklentilerimi ölçüt kıldım ama, yazar zaten önsöz de benim bütün bu salvolarımı geçersiz kılacak ön açıklamalar yapmış. O, yazarın, bir şey öğretme, bir mesaj verme, bir şeyleri değiştirme derdinde olmadığı/olmaması gerektiği, dava adamı aramanın çok anlamlı olmayacağı şeklinde özetlenebilecek, daha geniş ve kesin cümlelerle bir yazar tanımı yapmış. Sadece o çerçeveden bir şey söylemek doğru olmaz. Ama bu, yazar tanımı veya sınırlandırmaları üzerine konuşulmayacağı anlamına gelmez tabi. Tıpkı cinsiyet gibi, bu konu da başlı başına ayrılması gereken uzun bir tartışmanın teması olabilir. Belki de yazarı, şairi, heykeltraşı, ressamı, dansçıyı ya da müzisyeni, kısaca sanatçıyı, ürettiği şey konusunda kendi kalıplarımızla bir değerlendirmeye sokmak, eserini ve daha vahimi, üretim biçimi ve gerekçesini, kendi beklentilerimizle yorumladıktan sonra, sanatçıyı da sanki tamamen bu gerekçelere göre hareket etmiş gibi değerlendirmek haksızlıktır. Bazı şeylere gereğinden fazla anlam yüklüyor olabiliriz.

Twitter’ın ve web sözlüklerin, hatta instagramın, az yazma ve az okuma isteğine bağlı olarak zorunlu nedenlerle çıktığı bir dönemde buraya kadar okunabildiyse yazdıklarım, takdir etmem lazım okuyanı. Bana göre, yazdıklarını birileriyle paylaşan biri, yazarken olmasa bile, paylaştığı andan itibaren okunmasını arzuluyor demektir. Ki ben, yazarken bile bu istekle hareket ettim.  Teşekkür ederim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir